"The first and greatest victory is to conquer yourself" - Plato
30 Ağustos 2013 günü Fransa'nın Chamonix kasabasından başlayıp Mont Blanc dağının etrafında saat yönünün tersine tam bir tur atan, bunu yaparken de İtalya ve İsviçre'den geçen Ultra Trail du Mont Blanc yarışını koştum.
Yarışın hikayesine nereden başlayacağıma çok emin değilim, o yüzden sanırım en iyisi genel bilgiler ile başlayıp kronolojik sırayla gitmek.
Kısaca UTMB olarak bilinse de her türlü outdoor sporunun yapıldığı bu Fransız kasabasında aynı hafta içinde sona eren birden fazla yarış var. Bu yarışları kısaca tekrar özetlemek gerekirse:
- CCC (Courmayeur – Champex – Chamonix) – 101km / +6100m – 26.5 saat limit – Cuma 09:00
- TDS (Sur les Traces des Ducs de Savoie) – 119km / +7250m – 33 saat limit – Çarşamba 07:00
- UTMB (Ultra Trail du Mont Blanc) – 168km / +9600m - 46 saat limit – Cuma 16:30
Bu yarışlara katılmak için UTMB'ye puan veren dünyadaki diğer ultra maratonları bitirip belirli puanlar kazanıyor ve başvuruda bulunuyorsunuz. 2013 itibari ile CCC ve TDS için 2 puan, UTMB için 7 puan toplamış olmak gerekiyordu. Ancak tek başına bu da yeterli değil, biraz da şanslı olmak gerek çünkü özellikle CCC ve UTMB parkurları için başvuru sayısı katılımcı limitinden çok daha fazla oluyor ve bir kura çekiliyor. Eğer puanınız yetiyorsa ve kurada da çıkarsanız yarışı koşmaya hak kazanıyorsunuz.
Bu yılki yarıştan sonra açıklanan resmi rakamlara göre sadece UTMB parkurunda 223'ü kadın olmak üzere toplam 2469 kişi start almış. Bunların 1686 tanesi yarışı tamamlamış. (bitirme oranı 68.3). Kadınların oranının sadece 9% olması çok dikkat çekici. CCC ve TDS’de kadın oranı yine 10-14% aralığında.
Aslında 2012’de TDS’ye gitme hakkını kazanmıştım ama kayıt yaptırmayıp pas geçtim. Dünyada çok fazla yarış ve gidilip koşulacak yer var. Kaynaklar ve zaman da bir o kadar kısıtlı. Bu yüzden bir sonraki sene UTMB’ye katılmayı daha uygun bulmuştum.
Şunu da söylemem gerekir ki UTMB’nin bazı yönleri hoşuma gitmiyordu. Yarışın çok hızlı büyüyerek olması gekerenden fazla ticari bir hâl almaya başladığını hissediyordum. Bu da benim ultra maratonlarda hoşuma gitmeyen bir durumdu. Ayrıca 2010-2011 ve 2012 yıllarında parkur hava koşulları sebebiyle birçok değişikliğe uğramış ve kısaltılmıştı. Aylarca bu yarış için maddi manevi büyük hazırlık yapan insanlar 2010 ve 2012’de 168km yerine 100-105km koşup dönmüşlerdi. Aynı duyguyu Lavaredo Ultra Trail’de yaşadım, hoş bir duygu değil. Yarışı bitirdiğiniz halde içinizde bir burukluk kalıyor. Bu bir kez olursa tamam ama üç sene üst üste olunca planlama ve organizasyonda bir eksiklik var demektir. Hava şartlarına karşı yapacak bir şey yok ve dağlarda herkesin güvenliği için yapılanın doğru olduğu tartışılmaz. Ama dünyanın en büyük ultra maraton organizasyonunun bu gibi durumlar için önceden plan yaparak alternatif rotalar hazırlamaması bence kabul edilecek bir durum değildi.
Peki seni bu yarışı koşmaya çeken neydi derseniz, cevabım kısa ve net: Bu gerçekten zor bir yarış. İnsanın kendisini ve limitlerini test etmesi için önemli bir ortam. Örnek vermek gerekirse Boston Maratonu’na kalifiye olmak benim için bir hedef olabilirdi. Bunu başardım ama şimdi Boston’a gidip koşmak öncelikli hedefim değil. Evet, orada yaş gruplarında dünyanın en hızlı insanları ile birlikte koşmak fena olmaz ama sonuçta parkurun zorluğu Avrasya’dan Runtalya’dan ya da dünyadaki herhangi bir yol maratonundan çok farklı değil. Dolayısı ile benim için fazla bir anlam ifade etmiyor. Aynı şey dünyanın büyük yol maratonları için de geçerli. Turistik gezi amaçlı gidersem arada maratonu da koşabilirim ama onun dışında beni cezbeden hedefler değil.
UTMB’ye dönersek gerçek anlamda zor bir ultra maraton. Mesafe bir yana esas zorluk tırmanış miktarında. Zaten elitlerin diğer yarışlara göre bitirme sürelerini, zaman limitlerini, pacer'a izin verilmemesi gibi faktörleri göz önüne aldığınızda neden 100 mil yarışları arasında en öne çıkanlardan olduğunu anlayabiliyorsunuz. Başlangıç saati itibariyle ilk sıralarda bitirenler dışında hemen herkesin ikinci geceye kalacak olması da koşucuyu her yönden ciddi teste sokan bir yarış. Ayrıca üç farklı ülkeden geçmesi, Batı Avrupa’nın en yüksek dağının etrafında dönmesi ve tüm yarışlara toplamda 5500’den fazla koşucunun katılması ile bu anlamda örneği olmayan çapta bir ultra maraton. Ek olarak bu yılın başında organizasyon bir açıklama yaparak olası kötü hava şartlarına karşın üç farklı rota alternatifi hazırlandığını ve şartlar ne olursa olsun UTMB’ye katılan herkesin en az 168km koşacağını garanti etti. Bu da önceki yıllardaki hatalardan ders alındığını gösteren önemli bir işaretti.
Beklentiler
Yarış öncesi pek fazla bir bahanem yoktu. En önemlisi ufak tefek sorunlar dışında ciddi bir sakatlığım yoktu. Fakat itiraf edeyim ki yorgundum. Hem fiziksel hem de zihinsel olarak. Aralık’tan itibaren kesintisiz koştum, kısa/hızlı yarışlardan, en iyi yol maratonu dereceme ve çok sayıda ultra maratona kadar birçok yarışa girdim. Bunların kümülatif etkisini hissetmiyordum dersem yalan olur. Son haftalara yaklaşırken birkaç hafta kilometreleri arttırdıktan sonra toparlanma sürelerimin uzadığını farkedince kalan 15-20 günde her zamankinden daha da az koşarak dinlenmeye çekilmeye karar verdim. Kendime sürekli olarak “bu yarışa son 3-5 ya da 15 hafta çok fazla antrenman yaparak hazırlanamazsın” diye hatırlatıyordum. Bunun altından kalkmak için bence iki şeye ihtiyaç vardı: 1- Haftaların ve ayların değil, yılların getirdiği fiziksel dayanıklılık ve tecrübe. 2- Güçlü bir zihinsel hazırlık.
Birincisine sahip olduğuma inanıyordum. Olmasam bile bu vakitten sonra yapacak bir şey yoktu, o yüzden üstünde durmak anlamsızdı. İkinci maddenin ise sonu yok, son güne kadar kendinizi geliştirebilirsiniz. Ben de koşmaya ayıracağım zamanı okumaya ve zihinsel antrenmana ayırdım. Bir süredir beklettiğim kitapları okumak dışında yarışta yaşanabilecek olumsuz senaryoları düşünüp bunlarla nasıl baş edebileceğim konusunda zihinsel egzersizler yaptım.
Beklentilere gelince... Yarış öncesi ilk büyük beklentim UTMB'nin orjinal rotasında koşabilmekti. Alternatif rotalar yaratmak doğru yönde iyi bir adımdı ama kabul edelim ki yine de aynı hissi vermeyecekti. Bitirdikten sonra aklımda soru işareti kalmasını istemiyordum. Ardından tabii ki bitirmek ama bunu yaparken kalıcı bir sakatlık yaşamadan bitirmek öncelikli hedefimdi. Parkuru ilk kez koşacak biri olarak eğer işler normal giderse 35 saatin altına ineceğimi, iyi bir yarış olursa 32-33 saat civarlarına gelebileceğimi hesaplamıştım. Geri dönüp bakınca hesapların doğru olduğunu görüyorum. Tabii buradaki durum diğer yarışlardaki hesaplara göre biraz farklı. Örneğin 3:30 koşmayı hedeflediğiniz bir maratonda önemli bir problem yaşarsanız 5-10dk daha geç bitirirsiniz. Bu uzunlukta bir yarışta bir problem yaşayınca bu sapma bir anda 5-10 saate yükselebiliyor.
Yarış Öncesi
Chamonix’de Aykut (UTMB), Caner (UTMB), Cenk (CCC), Elena (UTMB), Ilgaz (CCC) ve İhsan olarak beraber kalacaktık. CCC ve UTMB aynı gün başladığı için bu iki parkurda koşacakların birarada kalması daha kolay. İhsan abi koşmayacaktı, Chamonix’deki atmosferi görmek ve bizlere destek olmak için geliyordu. Öyle de oldu ve bize bu periyotta son derece yardımcı oldu. Ilgaz’ın son saniyede işle ilgili bir problemi çıkınca ekip 5 kişiye indi.
Chamonix merkezde Mont Blanc manzaralı interval yapmak isterseniz o da düşünülmüş. |
Şehir merkezinde rafting yapmak da mümkün |
İhsan - Aykut - Caner. Çarşamba günü 6-7km'lik son bir jog öncesinde. |
Kaldığımız hostelin en büyük dezavantajı ne zaman ve nerde çalışacağını kimsenin anlayamadığı internet bağlantısı ve odanın oldukça dar olması idi. Herkesin üstüne giyeceği, yanına alacağı, dropbag’e koyacağı ve yarış sonrasında kullanacağı tonlarca eşyası vardı ve sanırım en büyük başarımız bu ortamda bir karışıklık yaşayıp yanımıza eksik malzeme almadan yarışa başlamak oldu. Böyle durumlarda bence nerde kaldığından çok kiminle kaldığın önemli. Zaten yarışın ister istemez getirdiği ek bir stres var, bir de buna başka stresler eklenmesini kimse istemez. Böyle rahat, uyumlu ve her şeye pozitif bakan insanlara birlikte kaldığınızda ortada sorun kalmıyor.
Çarşamba sabahı TDS başladı. Gün içinde koşan arkadaşlarımızın internetten durumlarını takip edip heyecanlarını paylaştık. Perşembe günü Cenk ve Caner ile birlikte teleferikle 2500m’ye çıkıp birkaç saat geçirerek hem biraz aklimatize olduk hem de kafamızı dağıttık.
Teleferikle 2500m'den |
Cuma sabahı CCC başlıyordu ve Cenk’i askere gönderir gibi uğurladık. Kısa süre sonra cep telefonuma organizasyondan mesaj geldi:
“Corfirmation: UTMB start from Chamonix, Normal Route”
Hava bozacak gibi değildi ve ilk isteğim gerçekleşmişti. 2009’tan beri UTMB ilk defa orjinal rotasında tam ve eksiksiz olarak koşulacaktı. “Artık bahanen yok” diye düşündüm. Daha sonra bu söz bütün yarış boyunca kendi kendime tekrarlayacağım bir söz haline gelecekti.
Cuma öğlene doğru bir kez daha şehre iniş, son hazırlıklar, öğlen yemeği derken vakit geldi. Yarış 16:30 gibi metabolizmanın alışık olmadığı bir saatte başlayacağı için yarışı kafamda dörde bölmüştüm:
- 16:30 – 20:00: Isınma, parkura alışma
- 20:00 – 06:00: 1. Gece etabı
- 06:00 – 20:00: Gündüz etabı
- 20:00 – ? : 2. Gece etabı ve ötesi
Serkan'dan son tüyoları alırken |
Yarış
Yarışa yaklaşık 2500 kişi başlayacağı ve ilk bölümler dar sokaklarda geçeceği için start noktasına 1 – 1.5 saat erken gitmeyi hedeflemiştik. Ama her zaman olduğu gibi yine son anda işler çıktı ve ancak 45-50dk önce gelebildik. Ortalık çoktan ana baba günü olmuştu. Birkaç son fotoğraf, herkesin birbirine başarı dilemesi ve UTMB klasiği Conquest of Paradise’ın çalması ile yarış başladı.
Dağlarda bu kadar mesafeyi koşmak için mantığınızı bir kenara bırakmak ve anlamsız bir iyimserlik sahibi olmak gerek. Yapılacak işi akıl ve mantık sınırları içinde fazla irdelemeye başladığınız anda bu yükün atında ezilmemek mümkün değil. Sanırım bu kadar insanı bu işe çeken şey hayatımızda yaptığımız her şeyde bir mantık aranması gerektiği konusundaki dayatmalar. Belki de insan olduğumuzu farketmek, nefes alıp verdiğimizi hissetmek ve sahip olduğumuz şeylerin değerini anlamak için ara sıra mantığa pek sığmayan işler yapmak gerekiyor.
UTMB start |
Kasabada yüzlerce, binlerce kişinin alkışları arasından geçerken 20-30 saat sonra başımıza geleceklerden habersiz kurbanlık koyunlar gibi olduğunuzu düşünüyorsunuz. Ortam o kadar kalabalık ki ilk kilometrelerde yolun daraldığı yerlerde sürekli yürümek zorunda kalınıyor. Koşarken de çevredeki yüzlerce batonun bir yerinize batmaması için temkinli gitmek gerekiyor. İlk başlarda Sertan ve Serkan önümde giderken Caner ve Elena arkamdaydı. Bir süre sonra arkamdakileri göremez oldum. Arkaya bakmaya çalışırken göğsümde bir acı hissettim, öndekinin batonu çantama bağlı olan göğüs numaramın çengelini sökmüş ve numara sallanmaya başlamıştı. Gögüs numarasını kaybetmek diskalifiye olmak demekti.
Bir süre koşarken çengeli takmayı denedim ama beceremedim. Sonunda solda durup çantayı çıkarmadan takmaya çalıştım ama o da olmadı. Tam çantayı çıkarmak üzereyken durumumu gören bir kadın yanıma gelip yardım edebileceğini söyledi ve çengeli yerine taktı. Bu esnada adeta tozu dumana katarak bir bizon sürüsü gibi ilerleyen 100-150 kişi çoktan yanımdan geçmişti bile. Sonraki 3-4 kilometre biraz fazla efor harcayarak zigzaglarla ileri geçmeye çalıştım ama bu kez de bir çiş molası verince tekrar gerilerde kaldım. Bu kadar uzun bir yarışta yavaş başlamak tabii ki önemli değil ama herkesin kendisini iyi hissettiği bir tempo var ve bundan daha yavaş gitmek de yorucu oluyor.
İlk 30km içindeki bir tırmanış |
Akşamüstü sularında hava güneşli ve nemliydi. Çok fazla terleyip su içiyordum. Çoğu yerde kalabalıktan öne geçmek mümkün değildi, mecburen akıntıya uyuyordum. Yolun açıldığı yerlerde birer ikişer geçtikten sonra sanırım Saint Gervais’ye (21K) yaklaşırken hemen önümde Caner’i gördüm. Benim önde olduğumu zannettiği için görünce şaşırdı. Başıma gelenleri anlattım, birlikte koşmaya başladık. İlk istasyonda biraz bisküvi yiyip yarım kase çorba içtim ve devam ettik.
21K’dan 44K’ya kadar sürekli bir tırmanış var. Bunun ilk 13-14km’si koşulabilecek bir eğimde, bu yüzden yürümeye izin yok. 31Km’deki Les Contamines istasyonuna geldiğimizde artık hava kararmıştı. Burada içliğimi giydim, fenerimi çıkarttım. Isınma bitmiş, gece etabı başlamak üzereydi. Birkaç saniye sonra Elena da geldi. Ekip toplanmış keyfimiz yerine gelmişti. Bu esnada göğüs numaramın üzerine iğnelediğim eğim grafiğinin düştüğünü farkettim. Muhtemelen bana yardımcı olan kadın ondan geçirmeyi unutmuş ben de dikkat etmemiştim. Doğrusu bu kötü oldu çünkü eğim grafiği elim ayağım gibiydi ama bunu unutmaktan başka yapacak bir şey yoktu. Alınan ders, çantana yedek bir tane daha koy, hatta her ihtimale karşı dropbag’e de bir tane at. Artık elimde sadece istasyonların irtifaları kalmıştı, bu andan sonra onlara bakarak grafiği gözümde canlandırmaya çalıştım.
İlk 30km parkurda neredeyse sürekli destek vardı dersem pek yanlış olmaz. Köylerde kasabalarda, hatta ıssız yerlerde herkes dışardaydı. Çanlar, tezaruhatlar, alkışlar... Cenk yarıştan sonra haklı bir şekilde “Bu adamlara göre spor kültüründe 50-100 yıl gerideyiz” dedi. Aklımda kalan görüntülerden birinde, yanında hiç kimse olmayan 7-8 yaşlarındaki küçük bir kız yakındaki bir çeşmeden plastik bardaklara su doldurup koşanlara yetiştirmeye çalışıyordu.
Les Contamines’den sonra eğim dikleşti, hava karardı, patika daraldı ve tek sıra halinde ilerlemeye başladık. Buralarda bir yerlerde birbirimizi kaybettik. Kayalık arazideki tırmamışta birkaç yer hariç öne geçmek mümkün değildi. Bu tırmanışta giderek kendimi iyi hissediyordum. Amy'nin getirdiği yeni batonlarıma artık iyice alışmıştım. Çevredeki kamp ateşlerinin arasından yükselerek 2439m’deki Bonhomme (44K) zirvesini geçip 5km içinde 1000m ineceğimiz sert inişe başladık. Birkaç dakika sonra sol batonum ıslak bir kayadan kaydı ve bir anda kendimi yerde buldum. Dizimi kötü çarpmıştım ama kalktığımda büyük bir sorun hissetmedim. Tam koşmaya devam etmeye hazırlanıyordum ki gözüm batona ilişti. Bir gariplik vardı. Tam ortasından kullanılmayacak şekilde kırılmıştı.
Kırılan baton |
İlk hissettiğim duygu öfkeydi. Daha yeni alınan bir batonun böyle saçma sapan şekilde kırılmasına ve Black Diamond’a beni daha yarışın başında böyle bir durumla başbaşa bıraktığı için büyük bir öfke. Herhangi bir umutsuzluk hissetmedim ama yarışın geri kalanının bu şartlarda bir kat daha zor geçeceğinin farkındaydım. Zaman hedeflerini revize etmek gerekebileceğini düşünerek buna kendimi zihinsel olarak hazırladım.
Eğer kontrol altında tutulabilirse öfke çok iyi bir motivasyon aracı. Bundan birkaç yıl önce koştuğum bir yol maratonunun 25.km’sinde daha önceden tanımadığım yanımdaki koşucu ile süre hedefimi paylaştığımda bunu başarmamın pek mümkün olmadığını, sonlarda yavaşlayacağımı söylemişti. Gayet iyi niyetli bir söylemdi ve söylediği şey mantıklıydı da. Ama birisinin yarışın o esnasında bunu söylemesi beni öfkelendirmişti. İnanmasa da yalan söylemesini yeğlerdim. Belki de aradığım ekstra motivasyon buydu. Onu haksız çıkarmak için son bölümü daha da motive olarak koşmuş ve hedef süreye ulaşmıştım.
Benzer şekilde, yıllarca basketbol oynamış biri olarak, eğer size karşı hakemin bir haksızlık yaptığını düşünüyorsanız daha motive olur ve hırslanırsınız. Futbolda da haksız yere kırmızı kart gören veya aleyhine haksız kararlar verilen takımların bazen buna tepki olarak bütünleşmesi örnek gösterilebilir. Ben de kendimce daha yarışın başında haksızlığa uğradığımı düşündüm ve bu beni daha da motive etti.
Geceyarısına doğru 2515m’deki Col De la Seigne (60K) zirvesine yaklaşırken açık arazide hava birden soğudu. Herkes sağa sola çekilip üstüne bir katman daha giyiyordu. Ben de daha fazla üşümeyi beklemeden uzun kollumu giydim. Bu arada kalan tek batonu en efektif kullanma konusunda denemeler yapıyordum ve kendimce iyi bir sistem geliştirdim. Çıkışlarda hâlâ birçok kişiyi geçiyordum ama esas sorun sert inişlerde tek tarafa yüklenince yaşanıyordu. Sol elim vücudumu taşıyacak kadar güçlü olmadığı için devamlı sağ elimi kullanıyor ve çok fazla frenlemek zorunda kalıyordum.
Sanırım İtalya’ya geçtikten kısa bir süre sonra görevlilerden biri durmamı işaret etti. Zorunlu malzeme kontrolü vardı ve çantamı açıp yağmurluk, ikinci fener ve cep telefonumu görmek istediğini söyledi. Gösterip devam ettim. Bu yarışta aynı Lavaredo’da olduğu gibi kendime bir oyun yarattım. Toplam tırmanışın 10,000m olduğunu bildiğim için Garmin'deki toplam tırmanış ekranını açıp o ana kadar ne kadar tırmandığımı gözlemliyordum. Eğim dikleştikçe daha kısa mesafede daha çok tırmanacağımı düşünerek kendimi motive ediyordum. Benzer şekilde, örneğin bir sonraki istasyon 2400m irtifada ise altimetre ekranına bakıp kilometreye değil sadece irtifaya odaklanıyordum. Böylece tırmanış veya iniş ne zaman bitecek diye düşünmek zorunda kalmadım.
500m inip 500m çıktıktan sonra 2435m’deki Mont Favre (68K) zirvesine geldik. Buradan sonra dropbag’lerimize ulaşacağımız Courmayeur’e (77K) giden 1200m’lik uzun iniş başladı. Bir süre sonra kenara çekip biten fener pillerimi değiştirdim. Serkan yarış öncesinde bu inişin çok sevimsiz olduğu konusunda bizi uyarmıştı. İlk kilometrelerde iş fena değildi ama Courmayeur’a yaklaşınca neden bahsettiğini anladım. Her 15-20m’de yılan gibi kıvrılan, tozlu, sert ve dik inişte ritim yakalamak mümkün değildi. Devamlı dur kalklar, yüksek basamaklar ve dönüşler bacakları çok zorladı. Son 1km’de asfalta çıktığımızda etrafımdaki kimse bir süre koşamadı.
Dropbag’ime kavuşacağım Courmayeur’deki spor salonuna 13 saat 39dk’da geldim. Yarış öncesi buraya 12:30 ila 14:00 arasında bir sürede gelmeyi hedeflemiştim. Burası resmi çizelgede 77km olarak görülüyor. Ama gerçekte 80km olduğuna nerdeyse eminim. Benim 310’um 80:26km, Caner’inki 79:85km ölçtü. (Ayrıca bu, bu ve bu ölçümler de bunu destekliyor.) 3km’nin 30dk'ya tekabül ettiği ve hesapta olmayan bazı sorunları düşününce evdeki hesap şimdilik tutmuş görünüyordu.
Tek batona alıştığım bölümler |
Courmayeur'den ayrılırken hava ağarmaya başlamış, gece bitip gündüz etabına geçmiştim. Beklenmedik problemleri bir kenara koyarsak gece çok rahat geçmişti. Sadece kafa fenerinin ışığına odaklanmak insanın başka şeyleri düşünmesini engelliyor ve zaman daha çabuk geçiyor. Courmayeur’dan sonra 5km içinde 1200m’den 2000m’ye tırmanılan bölümün yorgun bacaklarla bıktırıcı olabileceği konusunda Devrim uyarmıştı. Dediği gibi de oldu. İlk birkaç kilometre hafif eğimde gittikten sonra iyice dikleşen son bölümler yavaş geçti ama artık tek batonla tırmanma konusunda uzmanlaşmaya başlamıştım. Tepede bir çorba molası verdikten sonra parkurdaki tek “düz” bölüm başladı. Tabii burası grafikte görüldüğü gibi düz değil, 7-8km içinde toplam +/-300m’lik kısa iniş çıkışlar var ama parkurun geri kalanına göre düz.
Grand Col Ferret'e (99K) çıkarken ve inişin hemen başında |
Tepemizde helikopterin çekim yaptığı bu bölümlerde kendimi harika hissediyordum ve koşabileceğim her yeri koştum. 1770m’deki Arnuva (94K) istasyonuna indikten sonra 2537m ile parkurun en yüksek noktası olan Grand Col Ferret tırmanışı başladı. Burası çok ciddi ve dik bir tırmanış ama kendimi yine iyi hissettiğim bölümlerden biriydi ve birçok kişiyi geçtim. Zirveden sonra nerdeyse 20km sürecek teknik olmayan bir iniş başlıyordu. Bu tür inişler kendimi en iyi hissettiğim yerler ve açıkçası bu bölümü heyecanla bekliyordum.
İnişe başladıktan daha birkaç dakika sonra sağ bacağımın ön kısmında, bilekle dizim arasında keskin bir ağrı hissetmeye başladım. Birkaç defa durup bağcıklarımı gevşeterek baskıyı azaltmaya çalıştım ama fayda etmedi. 108K’daki La Fouly istasyonuna yaklaşırken artık her adımda birisi bacağıma bıçak saplıyormuşçasına acı hissetmeye başlamıştım. Son 2km’lik inişi yürüyerek istasyona girdim. Bu kadar uzun bir yarışta yokuş aşağı koşamıyor duruma gelmek demoralize edici bir durumdu.
Burada bir medikal yardım olduğu aklımda kalmıştı. Nerede olduğunu sordum, 200m ilerde dediler. Gittiğimde bir görevli vardı ve benden daha kötü durumdaki birisiyle ilgileniyordu. Biraz bekledikten sonra bacağımda ödem olduğunu ve voltaren tarzı bir şey olup olmadığını sordum. Verdiği kremi sürdüm. Neden tek batonum olduğunu sordu, diğerinin kırıldığını söyledim. Tek tarafa yüklendiğim için bunun olmuş olabileceğini söyleyip el değiştirmemi ve antienfllamatuar almamı tavsiye etti. Kendi kendime biraz masaj yapmaya çalışıp tekrar istasyona yürüdüm, bir seyler yiyip bacağımı dinlendirdikten sonra yola koyuldum.
Zirvelerden bir kare |
123k’da İsviçre'ye geçeceğimiz Champex istasyonuna kadar olan bölüm göreceli olarak kolay bölümlerden biriydi. Düzlerde ve hafif tırmanışlarda bacağı zorlamadan yavaşça koşarak, arada durup bacağımı ovalayarak geldim. Fakat yokuş aşağı artık hiç koşamıyordum bu da giderek moralimi bozuyordu. Açık söylemek gerekirse Champex’ye girerken bacağım hiç iyi değildi. Daha önce yarışlarda birçok defa büyük ağrıyla koştum ((bunların ne kadar akıllıca bir iş olduğu tartışılır) ve acı eşiğimin yüksek olduğunu düşünürüm ama bu kez durum farklıydı. O zamanlarda 2-3 en fazla 4-5 saat koşmam yeterliydi. Bulunduğum noktadan itibaren iyi şartlarda 12 saat daha koşmam gerekiyordu. Bu süre zarfında bacağımın ne kadar daha kötüye gideceğini kestiremiyor ve beni aylarca koşudan alıkoyacak kalıcı bir sakatlığa dönüşüp dönüşmeyeceğini bilemiyordum.
24 saat koştuktan sonra ulaştığım Champex istasyonu devasa bir çadırdı. İçerde büyük bir kaos vardı ya da o ruh halinde bana öyle geldi. Hemen bulduğum bir banka oturup bacağımı uzattım. Biriyle konuşmam gerektiğini hissettim. Kardeşimi aradım. Durumu anlattım, yokuş aşağı koşamadığımı, bundan sonrasının zor geçeceğini, meraklanmamasını söyledim. 2 yıl önce bu konuşmayı yapsam iyi biliyorum ki bana direk bırak derdi ama geçen sene kendisi de koşmaya başladığı için duygularımı anlayabiliyor ve bu yarışın önemini biliyordu. Telefonun diğer ucundan ne olduğunu tam olarak anlayamadan bir şey söylemesi zordu ama acele etmememi ve en doğru kararı vereceğimi söyledi.
Telefonu kapattım. İhtimalleri analiz etmeye başladım. Düşündüğüm şey bırakıp bırakmamak değil, devam ettikten sonra olası kötü sonuçları kendime kabul ettirip ettiremeyeceğimdi. Ağrının 10 günde geçecek bir kas/tendon ağrısı mı yoksa kalıcı bir sakatlık mı olduğunu kestirmek her zaman kolay değil. Özellikle de 24 saatten sonra ve beyin size haklı/haksız her türlü argümanı öne sürerken. Eğer beni çok uzun süre koşturmayacak bir sakatlıkla bitirirsem verdiğim kararın arkasında durabilmek istiyordum. Yine aynı durumda olsam yine yaparım diyebilmek.
Etrafımda olan biteni hiç duymadığım, sanki rüyada gibi geçen bu dakikalarda çok uzun yıllardır hatırlamadığım çocukluğumdan bazı olaylar aklıma geldi. Biraz dramatik gelecek ama daha önce yaşamadığım şekilde derin düşüncelere daldım. Birçoğu koşu ile ilgisiz şeylerdi. Bu düşünceler en fazla 5dk sürmüş gibi geldi ama saate bakınca gerçekte 25-30dk geçmiş. Neyseki kararımı vermiş, sonunda ne olursa olsun kabul ederek geri kalan yolu yavaş yavaş gitme konusunda kendimle uzlaşmıştım. Kafamda soru işareti kalmamıştı.
Kalkıp bir çorba aldım, masaya otururken istasyona giren Elena’yı gördüm. Doğrusunu söylemek gerekirse iyi gözükmüyordu. O her zamanki neşeli halinden eser yoktu. Zaten oturur oturmaz durumunun kötü olduğunu, aşil tendonundan sakatlandığını ve koşamadığını söyledi. Klübe hoşgeldin diyerek aynı durumda olduğumu anlattım. Doktora gideceğini söyledi. Sen git, ben yemek yiyerek seni bekliyorum, daha sonra ikimiz beraber yavaş yavaş bu işi bitiririz dedim. Anlaştık.
Bu arada kritik bir olay oldu. Devrim’in destek ekibindeki arkadaşı Lucy bizi görüp yanımıza geldi ve durumumuzu sordu. İkimiz de sakatız ama bitireceğiz dedim. Tek batonumu görünce, bana yanında batonu olduğunu ve boyu bana uyarsa verebileceğini söyledi. Doğrusu baton boyu seçecek durumda değildim, benim için biraz kısa da olsa teşekkür ederek düşünmeden kabul ettim. Sonunda şansımın dönmeye başladığını ilk hissettiğim an bu oldu. Bu anlamda Devrim ve Lucy'nin çok önlemi desteği oldu. Ertesi gün görüştüğümüzde Lucy yarışta destek verdiği 8 kişinin 8 tanesinin de UTMB'yi tamamladığını söyledi. 68% bitirme oranlı bir yarışta hiç de fena bir yüzde değil!
Elena geri geldiğinde aşiline kinesio bant yapıldığını görünce ben de denemeye karar verdim. Açıkçası o anki durumda işe yarayacak tek şey bacağı dinlendirmekti. Ama bir işe yarayacağına inanmasam da o durumda placebo dahil her ihtimali denemem gerekiyordu ve medikal desteğe gidip yaptırdım. Sanıyorum Champex’de 1.5 saatte yakın zaman kaybettim ama artık zamanın önemi kalmamış, iş hayatta kalma ve hasarı kontrol altında tutarak bu işi bitirme mücadelesine dönmüştü. En önemlisi zihnimdeki soruları cevaplamış olarak buradan son derece kararlı şekilde ayrılıyordum.
Mesafeye bakınca Champex’den (123k) sonra az yol varmış gibi düşünülebilir ama geri kalan kısmı basitçe özetlemek gerekirse her biri 700-1000m yükselip alçalan üç büyük tırmanış var ve bu bölüm parkurun herhalde en yıpratıcı bölümü. İlk tırmanış olan Bowine yer yer çok dikleşmesi ile ünlü. Sanırım yüksek motivasyon ve tekrar çift batona kavuşmanın etkisi ile burayı tahminimden daha rahat tırmandık. İkimiz için de esas zor olan Trient’e (139K) giden 7km’lik inişti. Bu bölümde Elena’nın aşil sakatlığına bir de sağ dizinin yan tarafındaki ağrı eklendi. Yokuş aşağı koşmaya çalışınca benim sağ bacağıma da bıçaklar saplanmaya devam ediyordu. Sonuçta durumu daha kötüleştirmemek için yanımızdan uçarak geçenlere aldırmadan çok yavaş şekilde indik.
Trient istasyonu finişten yaklaşık 30km önce. Basel’den Chamonix’ye arabayla gelirken buradan geçmiştik. Köydeki dev yardım çadırının kurulmuş olduğunu görünce önünde fotoğraf çektirip yarışta buraya ulaşınca az yolumuzun kalacağını konuşmuştuk. O zaman burası son derece sakin, dağların arasındaki bir vadide kurulmuş kartpostal manzaralı bir köy olarak görünmüştü. Yaklaşık 29 saat koştuktan sonra buraya ulaştığımızda tam bir kontrast hakimdi. Yerlerde, bankların üzerinde uyuyanlar, bacaklarını sürüterek yürümeye çalışanlar, donuk ve boş gözlerle etrafa bakanlar, hırıltılı seslerle konuşanlar... Bir zombi filminin setinden manzaralar. O huzurlu köy artık arkanıza bakmadan kaçmak isteyeceğiniz bir yer haline gelmişti.
Sabaha karşı bir bardak çay ve gün içinde birkaç bardak kola dışında kafeine yeltenmemiştim ama artık zamanı gelmişti. Birer tane büyük çorba kâsesini sert kahveyle doldurup içtik. Güzel haber midem hâlâ iyi durumdaydı. Çorba başta olmak üzere gözüme güzel gelen birkaç şey yedikten sonra sondan bir önceki tırmanışa başladık.
Yarıştan önce önünde fotoğraf çektirdiğimiz Trient (139K) köyündeki istasyon çadırı. |
Tırmanmaya başladıktan 1.5-2km sonra Elena, “Ben istasyonda batonları karıştırmışım, başkasının batonunun bir tekini almışım. Artık geri dönemeyiz herhalde değil mi?” dedi. Benim bir şey söylememe gerek yoktu, geri dönemeyeceğimizi kendisi de biliyordu. Hem dönsek bile o kaos içinde kimi nasıl bulabilirdik? O haldeyken bizi geri döndürecek tek şey herhalde gögüs numaramızı düşürmek (diskalifiye) olurdu. Hatta ondan bile çok emin değilim! O anlarda beyin oldukça basit çalışıyor. Elena’da iki tane baton var mı? Var. Diğer kişide iki tane var mı? Var. O zaman ortada bir problem göremiyorum diye düşündüm.
2000m’nin üzerindeki Catogne noktasına tırmanırken geceyarısı yaklaşmıştı. Vücut artık kendisini ısıtmakta zorlanmaya başlamış ve en ufak duraklamada üşümeye başlamıştık. Çantamdaki ekstra kuru rüzgarlığı aşağıya inince yağmurluğun altına giymeye karar verdim. Çıkışta yine birçok kişiyi geçtik ama yürüyerek inerken kat kat fazlası bizi geçti. Elena bir ara çok uykum geldi dedi, ben de pek farklı değildim. Hatta nasıl olup da taşlı ve köklü arazide düşmeden gittiğimize anlam veremiyordum.
Aşağıya inince kafeine yüklenmemiz gerektiğini birbirimize hatırlattık. 1250m’deki Vallorcine’e (149K) inerken buradan sonra tekrar 2150m’ye tırmanacak olma düşüncesi çok moral bozucuydu. Bahane üretmemem gerektiğini kendi kendime tekrarlayarak kalana değil bitirdiğim mesafeye odaklanmaya çalıştım ve kafamı başka şeylerle meşgul ettim.
Vallorcine zor geldi ama bir şekilde geldi. Trient istasyonu hakkında yazdıklarmı hatırlayın, ikiyle çarpın. Etraf bulduğu yerde uyuyanlarla doluydu. Bir ara acaba 15dk kestirsek mi diye düşündüm ama kalkıp devam etmenin imkânsız olacağına karar verip bu fikri kafamızdan attık. Ben iki büyük çorba kâsesi ile koyu kahve içtim. Sanırım bir mandayı bile bütün gece ayakta tutacak kadar kafein aldım ama yine de kafamı koysam uyumam 10 saniye sürerdi.
İstasyondan çıkıp son tırmanışa başlarken, “haydi bu işi bitiriyoruz” diyerek birbirimizi motive ettik. İlk 1-2 kilometre düz yolda gittikten sonra kayalık patikaya giriyorsunuz. Bu noktada bir ara Elena, “yoksa oraya mı çıkacağız, olamaz herhalde değil mi?” dedi. Neden bahsettiğini anlamak için kafamı kaldırdım ve zihnime kazınan o manzarayı gördüm. Gökyüzünde hareket eden yıldızlar vardı. Tabii bunlar aslında bizden yaklaşık 1000m yüksekte bulunan kafa fenerlerinin ışıklarıydı. Daha önceki tırmanışlarda da birçok defa çok yukarılarda fener ışıkları görüyorduk ama bu kez gördüğümüz gerçek olamayacak kadar uzakta gözüküyorlardı. Başka bir zaman olsa sihirli bir görüntüydü, 33 saat dağda yol aldıktan sonra ise bir o kadar moral bozucu. “1.5 saat sonra biz de oralarda oluruz” diyerek konuyu değiştirmeye çalıştım. Bir daha da uzun süre kafamı yerden kaldırmamak için kendi kendime söz verdim.
Bu tırmanışın zorluğu konusunda hiç hazırlıklı değildim. Son 3 yıldaki rota değişiklikleri dolayısı ile parkur buradan geçmemişti ve Serkan’ların antrenmanda koşmadığı tek yer olduğu için o da anlatamamıştı. Kayalıklar, merdivenler, zaman zaman ellerini koyup kendini yukarı çekmek zorunda olduğun bitmek bilmeyen dik dik dik bir tırmanış. İşaretlerin en seyrek olduğu yer de sanırım burasıydı. Birkaç defa durup yoldan emin olmak zorunda kaldık. Neyseki gece olduğu için reflektif işaretler iyi parlıyordu. Elena bütün yol boyunca her zamanki gibi çok pozitifti ama bu tırmanış artık onu da sinirlendirmeye başlamıştı. Arada bir “Bu kadar da abartılmaz artık, bu koşmak değil ki” diye söylendiğini duyuyordum. Ben de pek farklı değildim. “Şu yaptığımız kabul edelim ki çok mantıksız bir iş, keyfini çıkarmaya bakalım” diye söylenip gülüyordum. En azından hâlâ gülebiliyorduk. Bir ultrada kendine gülebildiğin sürece işler o kadar da kötü değil demektir.
Bundan önceleri altimetreye bakıp 200m tırmanış kaldı vs. diye haber vererek kendimizi motive etmeye çalışıyordum ama bu tırmanışta irtifa bir türlü artmak bilmedi. Elena ne kadar kaldı diye her sorduğunda az kaldı diye defalarca yalan söyledim. Bir noktadan sonra yalan söylediğimi anlamış olacak ki artık sormamaya başladı! Sonunda bir şekilde tepeye ulaştık ama iniş de aynı kayalık zeminde olduğu için eziyet devam ediyordu. Sağ bacağımın üzerine yük bindirmemek için her iki batonu yere koyup ağırlığı sol ayağımın üzerine vererek kayalardan iniyordum. Her 30-45 saniyede bir de arkadan koşarak gelenlere yol vermek için kenara çekiliyorduk.
Bu kayalık ve hemen yanında yamaç olan bölüm 35 saat koştuktan sonra bana riskli geldi. Tabii risk çok göreceli bir kavram. Koşmayan biri için haftasonu asfaltta 20-30km koşan birinin yaptığı riskli görülebilir. Eğer küçük yaşlardan beri Alp'lerin eteklerinde yaşayıp her boş zamanınızda buralarda koşuyorsanız, hatta bundan çok daha riskli yerlerde koşmaya alışıksanız o zaman buna riskli diyene gülersiniz. Öyle ya da böyle 160.km’deki La Flegere’e geldiğimizde ikimiz de mutluyduk. İstasyondaki gönüllüler de yarışın artık bitecek olduğunu müjdelercesine ekstra motive edicilerdi. Birkaç saniye soluklanırken birisi çorba birisi kahve getirdi. Artık finişin kokusunu almaya başlamıştık. Önümüzde yarısı taşlık orman yolu, yarısı düz olmak üzere 8km iniş kalmıştı.
Hava yavaş yavaş aydınlanmaya başlarken bacaklara daha fazla hasar vermemek için yanımızdan geçen onlarca kişiye aldırmadan kalan yolu yürümeye karar verdik. Tabii yürüdüğünüz zaman yol bitmek bilmiyor. Sonunda 1.5km kala asfalta indiğimizde yavaşça koşmaya başladık, bir süre sonra bizi bekleyen dostlar gözüktü. Cuma öğleden sonra başlayan yarışı güneşin doğuşunu iki kez gördükten sonra Pazar sabahı bitirmek üzereydik. Son metreleri hep beraber koştuk ve 38 saat 41 dakika 33 saniye sonra Mont Blanc’ın çevresinde tam bir tur atmış şekilde finişi geçtik.
Fotograf: Faruk Kar |
Son metreler ve finiş. Fotoğraf: İhsan Erzurumluoğlu |
Kamera: Mustafa Üçbilek
Yarış Sonrası
Dağlarda koşmaya gidiyorsanız sizin ne istediğinizden çok dağın size ne kadar izin vereceği önemli hale geliyor. Bu bağlamda 4 sene sonra ilk kez tam olarak çevresini dönmemize izin verdiği için Mont Blanc’a minnet borçluyuz. Kendi açımdan baktığımda Grand Col Ferret (99K) zirvesinden sonrası benim için iyi geçmedi. Hesapta olmayan bazı sorunlar oldu ama şu olsaydı bu olsaydı demeyi sevmem, bu kadar uzun süre içinde o olmasa başka şey olabilirdi. Önemli olan yarışı tamamlamaktı ve bunu başardığım için çok mutluyum. Champex’de sendeledim ve daha önce yaşamadığım karmaşık duygular hissettim. Sonrasında kendimi toplayıp güçlü şekilde devam edebilmek önemli bir tecrübe oldu. Kendim hakkında yeni şeyler öğrendim. Umuyorum ki bu tecrübe bundan sonra sadece koşuda değil, hayatın her alanında bana yardımcı olacak. Sağ bacağımdaki problem dışında yarış sonrası bir sorun çıkmadı. O da giderek iyileşiyor, kısa sürede normale dönmeyi umuyorum.
UTMB’ye Serkan, Sertan, Elena ve Caner ile birlikte yanyana başlamıştık. Hepimizin birden yarışı bitirmesi tek kelimeyle harika oldu. Elena’yı anlatmaya gerek yok, benim tanıdığım en dayanıklı insanlardan biri. İyi günündeyken bundan çok daha iyisini yapabilecek potansiyele sahip. Ama işler iyi giderken başarmak kolaydır. Esas mesele kötü günde nasıl tepki verebildiğin. Biz de işler kötü giderken birbirimize destek olup bu işin altından kalkmayı başardık. Serkan (36:35:53) bütün parkuru çeşmelerine kadar anlattığında onun çok iyi bir yarış çıkaracağını anlamış ve çevremdekilere söylemiştim. Ancak iş parkuru bilmekle bitmiyor, yine 170k’yi koşup 10,000m’yi tırmanmak gerek! Her türlü tebriği hakeden harika bir yarış çıkardı. Caner (44:57:52) için ne demeli? Bırakın dağda koşmayı en son ne zaman 45 saat uyumadan durduğunuzu hatırlıyor musunuz? Ancak şapka çıkartılır. Sertan (40:11:39) ise bir ultrada bence yaşanabilecek en olumsuz şeylerden birini, büyük mide problemlerini yaşamasına rağmen pes etmeden başladığı işi bitirdi, canı gönülden tebrikler.
Istanbul'a döndükten iki gün sonra İrlanda'lı bir ultra maratoncu olan Bill ile buluştum. Kendisi 3 yıl boyunca Türkiye’de yaşayacak. 6 ay kadar önce Belgrad ormanında bir tesadüf eseri tanışmış, onun da UTMB'de koşacağını öğrenince sürekli kontak halinde kalmıştık. Bill UTMB’de 45 saat 28 dakika koştuktan sonra 160.km'deki istasyonda son zaman limitini birkaç dakika ile kaçırınca yarışa devam etmesine izin verilmedi. Yaşanabilecek belki de en moral bozucu durumu yaşadı. Kendisine aynen şunu söyledim: "Sonuç listesinde ne yazdığı umrumda değil. O dağda üstüste iki gece geçirip 45 saat devam eden herkes benim gözümde bitirenden farksız. Sen yarışı bırakmadın, pes etmedin, elinden geleni sonuna kadar yaptın ama son istasyonda limite takıldın. Buna sadece saygı duyulur."
Umarım bir gün tamamlayamadığım yarış aynen bu şekilde olur.
Son olarak unutmadan... Elena'nın başkasının batonunu aldığını söylemiştim ya. Yarıştan sonra birkaç saat uyuduktan sonra yanıma geldi, "Ya Aykut biraz önce baktım da istasyonda aldığım baton benimkiymiş, nasıl olduysa saatlerce başkasının batonu zannetmiştim. Benim kafam durmuş galiba!" dedi.
Çok güldüm ama nedense hiç şaşırmadım.
O dağda arka arkaya ikinci geceyi geçirirken ne yaptığımızı hangimiz biliyorduk ki?
soyleyecek soz bulamiyorum. muhtesemsiniz.
YanıtlaSilHelal!
YanıtlaSilAykut tebrikler. Yaşadılarınla ilgili bütün bu paylaştıkların, bir çok faydasının içinde en çok da koşan veya benzer yarışlarda koşacak olanların güçlü bir zihinsel hazırlık yapmasına yardımcı oluyor/olacak diye düşünüyorum. Yarıştan önce düşünürken benim aklıma önce kendi yarış ve antremanlarımda yaşadıklarım geliyor sonra da okuduklarım. Okuduklarım, yaşadıkların(ız) olduğu içinde, "gerçek olaylara dayanan filmler" gibi unutulmuyor.
YanıtlaSilTeşekkürler arkadaşlar. @Ali dediğin gibi zihinsel hazırlık bu işin olmazsa olmazı. Vücut bir yere kadar götürüyor, sonra iş beyinle mücadeleye dönüyor. @Mustafa, koşan, yüzen, bisiklete binen kısaca bu ülkede düzenli spor yapanlar olarak zaten küçük bir camiayız. Hepimiz birbirimizden ilham alıyoruz.
YanıtlaSilYazının ortasında biran biri sakatlık yüzünden bitiremeyeck sandım .Okuması oldukça heyecanlı oldu benim için.Sondaki ihsan beyin finiş fotosunda gözlerinizdeki derin mutluluk dudaklarınızdaki tatlı tebessüm bu kadar mı benzer hani tabiri caizse "biz nirvanayı gördük ama siz bilmiyorsunuz henüz ?" diyor!
YanıtlaSilBöylesi zorlu yarışı yaşanılan sakatlık ve olumsuzluklara rağmen tamamlamış olmak çok önemli, tebrikler.
YanıtlaSilKoşarak Antrenman ve yarış tecrübelerini yazdıkları, Bloglar ve sosyal paylaşım siteleri aracılığıyla paylaşan arkadaşlarımız, koşmayı seven bizlerin bilgi seviyesini artırdıklarını düşünüyorum teşekkürler,
Geçtiğimiz aylarda Caddebostan sahilinde birlikte kostugum Murat a;bak su karşıdan gelen ultraci Aykut Celikbas,demek buralarda da koşuyormus demiştim... isim hatırlama konusunda özürlü olmama rağmen unutmamış olmakta haklı olduğumu gösteren bir yazı bu,tebrikler
YanıtlaSilCenk, ben yakin oldugum icin haftaici hemen hemen tum kosularimi, haftasonu da bazi kosularimi sahilde yapiyorum. Dolayisi ile gormen normal. Genelde bir sey dinleyerek kostugum icin dalgin olurum, bir daha karsilasirsak mumkunse bir omuz at ya da celme tak ki farkina varayim :) Tesekkurler.
SilCanı yürekten kutluyorum. Harika bir iş.
YanıtlaSilAykut, bizi sadece ultra maratonlar için değil, antrenmanlar içinde motive edecek bir yazı olmuş.
YanıtlaSilDetaylı ve içten anlatmışsın, harika.
teşekkürler.
Yazinin uzerinden bayagi bir zaman gecmis ve ben ancak yeni okuyabildim.. Inanilmaz ilham verici, eglenceli ve bir o kadar da duygulu yuklu bir yazi olmus.... Bu yarisi kosmak isteyenler icin cok faydali bir kaynak ;)
YanıtlaSilUltralara yeni başlayan biri olarak okuyunca 20 tane aksiyon filmi seyretmiş gibi oldum. Fazlasıyla cezbedici
YanıtlaSil