34. Vodafone Avrasya Maraton'una Şubat ayında “ne olur ne
olmaz bir köşede dursun” düşüncesi ile kayıt yaptırmıştım. Ülkede sadece iki tane
maraton olması gerçeği ile fazla bir
seçeneğimiz yok, şartlar uygun olduğu sürece katılmaya çalışıyorum. Zaten bu sene
özellikle maraton mesafesindeki katılıma bakıldığında kendi ülkemizde artık
iyice azınlık konumuna düştük. Bizler de koşmazsak bu maratonları kim koşacak? Yarıştaki detaylı katılım istatistiklerini merak ediyorsanız Mert'in bu yazısında bulabilirsiniz.
Hazırlık
Avrasya
hazırlığım geç başladı ama bu benim için son 3-4 maratonumda artık olağan hale
gelen ve böyle olmasını biraz da kendi istediğim bir süreç. Patika koşuları ve ultra maratonlara başladıktan sonra bir yol maratonu için 16-18 hafta spesifik yol antrenmanı
yapmak pek mümkün olmadığı gibi yapmak istediğim bir şey de değil. Bu bir bahane değil, tam tersine patikaların ve ultra mesafelerin maraton için de önemli getirileri olduğuna inanıyorum.
Tabii bu yıl buna ek olarak başka faktörler de vardı. Şubat ve Mart aylayında İznik Ultra için uzun antrenmanlar yaptıktan sonra, 20
Nisan – 22 Temmuz arasındaki 3 aylık periyotta İznik 126K ile başlayıp Çekmeköy 60K, Run Fire Cappadocia ve DASK ADAM Ultra yarışlarıyla birlikte birkaç kısa yarış daha koşmuştum. Ağustos
ortasına kadar da Kartepe 50K gibi resmi yarış olmayan ama pek dinlendirici olduğu da söylenemeyecek uzun patika koşuları ile bu süreç devam etti. Ağustos
ortasında fiziksel olduğu kadar zihinsel olarak da yorulduğumu hissedince Eylül
ortasına kadar hafiften alıp kendimi şarj ettim.
Aylardır ağır
çantalarla patikada koşmaya alışmıştım ve asfalta adapte olmak biraz zaman
aldı. Uzun mesafeleri azaltıp kısa koşularla başladım. Haftalık kilometreyi düşürdüm. Birkaç hafta
geçtikten sonra kendimi tekrar güçlü ve zinde hissediyordum. Ekim başındaki
Nike Run 5K koşusu da beklediğimden iyi geçince Avrasya’ya odaklanmaya
karar verdim. Kalan zamanda 30km üzerinde tek bir antrenman yapacağım için bu yıl yeni
bir şey denedim. Pazar günü yapılan 10km'lik Gazi ve Zeytinburnu yarışlarından önceki
Cumartesi günleri maraton temposunda uzun koşular yaptım. Ultra antrenmanları vücudumu yorgunken yavaş koşmaya devam
etmeye alıştırmıştı ama yorgunken hızlı koşmaya devam etmeyi unutmuştum. Bu şekilde bir iki koşuyla az da olsa kaslara bunu hatırlatmayı planladım.
Fotoğraf Akşan Gazetesi |
Organizasyon
Bu konu hakkında
uzun uzadıya yazmak istemiyorum. Yarışa katılanlar olarak Koşu
Gazetesinde yazdığımız bu ortak yazıda hem benim hem diğer arkadaşlarımın fikirlerini
ve gözlemlerini bulabilirsiniz. Kısaca söyleyeceğim şu ki, organizasyon
birkaç yıl önceye göre artık çok daha iyi. Evet geliştirilmesi gereken
yanlar var ama bana sorarsanız eskiden geçerliliği olan "katılmadım
çünkü Avrasya'da organizasyon çok kötü" söylemi artık geçerliliğini
yitirdi.
Yarış
Yarış günü
geldiğinde kendisi de ilk kez 15k koşacak olan kardeşimle birlikte başlangıç noktasına
geldik. İlk hedefim 3:14:24’ün altında bitirip en iyi derecemi geliştirmek,
ikincisi 3:10’un altına inmekti. Çantamı otobüslere bırakıp tuvalete gitmekle
oldukça zaman harcayınca tanıdık pek kimseyi göremeden başlangıç noktasında
yerimi aldım. Zaten özellikle maratonda her üç kişiden ikisi yabancı olduğu için sanki yurtdışında bir yarışa gitmiş gibiydik. Yarış başlayınca 8K ve 15K’cıların da katılımıyla ilk birkaç
kilometre karmaşık şekilde geçtikten sonra tempoyu oturtmaya başladım. Başlangıç
alanında hiç hissetmediğimiz rüzgâr köprü üzerinde sert şekilde esiyordu. Rahat bir tempoyla etrafı gözleyip bu anların keyfini çıkardım. Barbaros
bulvarından inerken formu bozmamaya ve kontrolü kaybetmemeye dikkat ettikten
sonra 10km noktasına ulaştım. Biraz sonra 15k’cıların ayrılması ile çevremde
İtalyan ve Fransızlardan oluşan küçük gruplar belirdi ve 18.km'ye kadar
kendi tempoma uygun biçinde birkaç grupla birlikte devam ettim.
Yarı maraton
noktasına geldiğimde olması gerektiğinden fazla zorlandığımı söyleyemem. Hem kendi eksikliklerim hem de Avrasya’nın parkur yapısı
dolayısı ile ikinci yarıda 5% ile 10% arasında yavaşlayacağımı hesap etmiştim. 28.5k’daki
Bakırköy dönüşünden birkaç km önce tempoyu tutturmak için fazla efor sarfetmek
zorunda olduğumu hissetmeye başladım. Bu durumlarda önce saate bakıp bir yanlışlık
olduğunu düşünüyorsunuz ama bir yanlışlık yok. Bunun anlamı şu: Isınma dönemi
bitti, artık maraton başlıyor!
Bakırköy U
dönüşünü yaptıktan sonra henüz 100-200m gitmemle beraber karşıdan esen rüzgârın
fazla şiddetli olduğunu düşünmeye başladım. Nasıl yani? dönmeden önce bu rüzgâr hiç de arkadan esiyor gibi gelmemişti. Kötü işaret. Dönüşten sonra rüzgâra karşı gideceğimizi
bir önceki gün arkadaşlarla konuşmuştuk. Bunu bilmeme rağmen daha döner dönmez
olumsuz etkisini hissetmem geri kalan yolun olması gerektiğinden zor
olacağı konusunda ciddi bir uyarı oldu.
Fotoğraf Akşam Gazetsi |
Birkaç kilometre
gittikten sonra yorgunluk kendini hissettirmeye başladı ama negatif düşünceleri çabucak halının altına süpürdüm. 28-33.km arasını 4:30 –
4:40 tempoları ile kabul edilebilir bir yavaşlama ile geldim ama bu
nokta için fazla zorlandığımın farkındaydım. Konsantre olup 35k’ya odaklandım.
Eforu yükseltmeme rağmen 34 ve 35. kilometreleri 4:45 ile ancak idare
edebildim. Durum giderek kötüye gidiyordu. 35-40k arası bir maratonda kendimi en
kötü hissettiğim zamanların arasına girdi. Çok fazla yavaşlamadan koşmak için büyük bir mücadele vermem gerekiyordu. Sol ayak başparmağımda ve midemde
bazı sorunlar vardı ama bunları açıkçası pek hissetmedim bile. Problem
bacaklarımdı. Genelde kramp sorunu yaşamam ama bu bölümde bacaklarım tam
anlamıyla kaskatı kesildi. Asfaltta yeterince uzun koşu yapmadan girmenin bir sonucu olmalıydı. Bu ana kadar idare etmiştim ama artık bundan sonrası için gerçeklerden kaçış yoktu.
Akıl oyunları ve
beyinle yapılan mücadelenin doruk noktasına ulaştığı bu 5km’lik bölüm bir boks maçı
gibiydi. Eğer masa hakemleri olsaydı sanırım 36 ve 39. roundları ben
kazanır, 37, 38 ve 40’ı ise beynim
alırdı. Bu kısımda ister istemez sık sık saate bakarak zaman hesaplamaları yapmaya başladım.
Oysa fazla ileriyi düşünmeden sadece o ana konsantre olup round’ları tek tek
kazanmaya odaklanmam gerektiğini biliyordum. İnsanın fiziksel olduğu kadar zihinsel bir enerjisi de olduğuna inanıyorum. Bunlar bence birbirinden bağımsız değil. Birindeki zayıfık diğerini de etkiliyor. Bu bölümde fiziksel yorgunluğun yanısıra zihinsel enerjim de azalmıştı. Dolayısı ile ara ara konsantrasyonumda kopukluklar oldu.
36.km’ye doğru
t-shirt’ünün arkasında yazan yazıdan İtalyan olduğunu anladığım biri geçti.
Rüzgâra karşı çok güçlü gidiyordu. Bir süre 10 metre kadar arkasında takip
ettikten sonra bir anda sağa yanaşıp kusmaya başladı. Hiç beklemediğim bir andı.
Yanından geçerken halime şükrettim. Çok geçmeden yanımdan bir daha geçti ve
biraz önümde tekrar kustu. Sonra da yavaş yavaş arayı açmaya başladı. (herhalde o da yanımdan bir kez daha geçerken benim durumuma bakıp kendi haline şükretmiştir!). Kıssadan hisse: Gücünüz varsa, iyi hazırlık yapmışsanız, ne mide sorunu ne rüzgâr
ne de başka bir şey sizi fazla etkileyemiyor.
Diğer bir açıdan olaya bakınca sanırım
bir maraton ile ultra maraton arasındaki en bariz farklardan biri burada gizli. Bir ultra maratonda yanınızda kusan
birini görünce durumunu kontrol etmeden, en azından halini sormadan yanından geçip gitmek düşünülemez.
Maratonda bu çok normal bir davranış. Avrasya
ölçeğinde ortalama bir maratonda binlerce kişi başlıyorsunuz, en kötü
ihtimalle 30-40 metre uzağınızda bir başka koşucu veya seyirci var. Ama aslında yapayalnızsınız. Ultralarda bazen saatler boyunca arazide kimseyi göremezsiniz ama birisini sorun yaşarken görürseniz mutlaka durumunu
kontrol edersiniz. Bu anlamda maratonun özellikle son kilometrelerine kalabalık
içinde yalnızlık demek yanlış olmaz..
Eserlerinde kalabalık içindeki yalnızlık temasını işleyen George Tooker'ın "Lunch" tablosu |
40.km’ye
geldiğimde Gülhane yokuşunu gördüm. Parkın içine girdiğimde rüzgârdan kurtulacağım düşüncesi ile uzun
zamandır bu yokuşu bekliyordum. Yokuşun ilk bölümünde zihinsel olarak güçlüydüm ama
bacaklarım hızlı dönmüyordu. Geri kalan bölümde giderek hızlandım ve sağlı sollu bir atak yaparak 41. round’u
zor da olsa kazandım. 1200 metrelik son round ise tartışmasız benim oldu. Sultanahmet yokuşuna güçlü girdim. Tanıdık
yüzler ve sesler duymanın da motivasyonu ile olabildiğince zorlayıp 3:11 net ile
tamamladım. 15K yarışını tamamlayan kardeşim finiş noktasında beni karşılayıp yardım
etti.
Sonuç olarak baktığımda
elimden gelenin en iyisini yaptığım konusunda şüphemin olmadığı bir maraton daha geride kaldı. Son bölüm için yeterli hazırlığım olmadığını bildiğim için yavaşlamayı bekliyordum. Öyle de oldu. Büyük hatalar yapmazsanız bu işte şansın yeri pek yok. Ne ekerseniz onu biçiyorsunuz. 35.km’ye kadar 3:10 altına inme şansım olduğunu düşünüyordum ama 35-40k arası hesap kitap tutmayınca hedefi revize etmek gerekti. En azından son bölümde güçlü şekilde bitirebilince çaba karşılıksız kalmamış oldu.
Şimdi saati ve hızı biraz kenara bırakıp koşma zamanı. İki klasik maraton sonrası videosu ile katılan herkesi, özellikle de ilk maratonlarını bitirenleri kutlarım.
Yine güzel bir yazı, detaylı bir değerlendirme/analiz. Bacaklardaki 2012'deki yarış kilometreleri oldukça yüksek, yine de sezon sonunda asfaltta gelen maraton PB'si. Tebrikler!
YanıtlaSil35-40km arası tam olarak aynı şeyleri yaşadım. Zihinsel mücadele ve kaskatı kesilen bacaklar... tebrikler Aykut nefis bir derece...
YanıtlaSilThanks
YanıtlaSilAykut kardeşim bir çırpıda okurken bende seninle koşar gibi oldum , eline sağlık . Ayrıca son km lerdeki kalabalık içindeki yalnızlık ve George Tooker ın tablosu b kadar benzeşir.Süper derecen içinde ayrıca tebrik ediyorum .
YanıtlaSilDegerli yorumlariniz icin hepinize tesekkurler.
YanıtlaSil